Türkiye ve Kuzey Kürdıstan gündeminin merkezine yeni bir seçim süreci oturmuş bulunuyor. Seçime endeksli tüm politik öznelerin üzerinde hem fikir oldukları bu süreç “çok özel”, “olağan üstü” bir nitelikle tanımlanıyor. Bunun altı özel olarak çiziliyor. Her parti, grup, çevre süreci buradan okuyup tutum belirleyip, seçimlere dair ona göre pozisyon alıyor.
Hemen hemen her çevre bu bağlamda tutumunu belirleyip, politik yaklaşımını kamuoyuyla paylaşmış durumda.
Bu çevreleri başlıca 3 guruba ayıra biliriz. Birinci grupta Cumhur ve Millet ittıfakı olarak 2 hakim sınıf bloku bulunuyor. Bunların temel politik saflaşması temsil ettikleri egemen sınıfların çıkarlarını hangi geleneksel “yönetim” biçimiyle savunacakları şeklindeki formel bir ayrıma dayansada, derinde ki temel fay hattı egemen sınıfın iki ayrı blokunun kendi çıkarlarını halka onaylatıp seçimden kazanan taraf olarak kimin çıkacağı amacı bulunuyor.
Bunların durumuna göre pozisyon belirleyip, tutum almaya çalışan ikinci grupta ise, başta Emek ve Özgürlük İttıfakı olmak üzere bilumum reformist parti, örgüt ve çevreler var. Bunların içinde nicel politik nüans farklılıkları olsada son tahlilde motivasyonları “Tek Adam Rejimi” nin değişmesi, “sonrasına bakarız” şeklinde, tüm argümanlara rağmen 6’lı masanın etrafında örülen Millet İttıfakı’nın Cumhurbaşkanı adayına kerhende olsa yedeklenmek oluşturuyor. 3. yol bu bakımdan Millet İttifakına bağlanıyor. Ne denirse densin, mevcut durumdan çıkış orda görünüyor.
Üçüncü grupta ise henüz tavır belirlememiş, görece daha az sesi çıkan, bir birinden habersiz parlemonto dışı küçük burjuva reformist hareketler bulunuyor. Onların her birinin ne diyeceğinden bağımsız olarak, esasta net politik taktik tutum belirtmesi gerekenler ise Maoıst Komünistler hiç kuşkusuz.
Çünkü, seçimler ve seçenekler noktasında devrimci proleterler ve reformistler, bugünkü parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, halkın temsil edilip edilmediği noktalarında ayrı düşünmekteler. Dolayısyla son tahlilde ve gelinen aşamada, burjuvazinin sistemi ve minderinde dövüşerek onu alt ederiz diyenlerle, “o minderi tanımıyoruz” diyenler olarak iki ayrı tavır gelişip, giderek netleşmiş bulunuyor.
Tekelci komprador burjuva sistem ve aparatları, ihtilalci yapıları gerek vurup gereksede içine sızıp nihilistleştirmeye çalıştığı bir sürecin içinde bulunuyoruz. Devrimci ve ihtilalci tavırda ısrar edenler ise, bilinen konjoktürel nedenlerin realitesine bağlı olarak, ezilenlerde ciddi bir etkide bulunmuyor.
Öyleyse, bu nesnel ve öznel nedenlerin kıskacında kalıp, kitle kuyrukçuluğumu yapacağız, yoksa bu seçim rüzgarıyla şişirilen reformizmin yelkenleriyle hız alıp oluşan akıma karşı durarak, devrimci zorda ısrar edip, döne döne DEVRİM seçeneğinde ısrar mı edeceğiz(!)
Kaypakkayacı sınıf bilinçli komünıstler açısından temel belirleyen budur. Ve bu gerçeklikten hiç bir politik yapı kaçamaz.
Devrim fikrini mi geliştireceğiz, reformist hayallere argüman mı taşıyacağız. “20 yıldır RTE’yi denedik, biraz da KK olsun” diyen “değişimden” yana olan kitlelere, “neden bu sefer de DEVRİM”i denemiyorsunuz, demeyecek miyiz? Bu toz duman arasında doğru rotada ısrar etmeyecek miyiz?
Faşist diktatörlüğün bir avuç yandaşı hariç, geniş muhalif çevreleri bu kadar zapt-u rap altına aldığı, kitlelerin açlık sınırı altında inim inim inlediği bugünkü koşullarda değilse, ne zaman “seçim değil devrim” diyeceğiz. Eğer demeyecek/ diyemeyeceksek, “ille de devrim” yerine “illede seçim” deme ısrarı, ezilen, bunalan, perişan durumdaki halkın çıkarlarını mı karşılıyor, yoksa küçük dar, yönetici örgüt klik çıkarlarını mı? Son tahlilde stratejiye baglı olarak devrim için mi politik taktik geliştirilip bunda mı inat edilir, yoksa strateji yük görülüp parti aklından, ruhundan iktidar fikri silinip atılarak, kendi küçük burjuva basit çıkarlar için mi politika oluşturulur? Halk ve devrim sorunu olan her politik parti ve örgüt, bu sorulara vereceği cevaba göre politik niteliğini belirler. Yani devrimci mi/ reformist mi oldugunu açık eder.
Devrimci Hareket tamda bu seçim zemininde, tarihsel olarak, devrimci ve reformizm düzleminde yeniden ikiye bölündü. Eline seçim bayrağı alan oportünist ve revizyonistler parlemanterist saflara rucu ettiler. Öncü kitlelerin, ve elbette devrimci konumda ısrar edenlerin bu durumu görüp, ideolojık ve politik sahada, reformist saflarda katar katar dizillenleri suçüstü yapması gerekir. Bu halka, devrime ve tarihe karşı üzerinden atlanılmayacak güncel yakıcı devrimci bir görevdir. Kaypakkayacı komünistler olarak bu görevin bilincindeyiz.
Diğer yandan anlaşmazlık sadece seçimlere karşı izlenecek taktikte ortaya çıkmıyor. Bilumum reformist cephe, içinde “sosyalist halk savaşçısı” olduğunu iddia edenlerde olmak üzere, şöyle diyorlar; “parlamento seçimlerine katılalım ve CB (Cumhurbaşkanlığı) seçimine katılmayalım” Aynı cephenin diğer bileşenleri daha da sistemiçi bir cüretle, direk “Kılıçdaroğlu’nu seçelim” diyorlar.
Kaypakkayacı Devrimci Komünistlerin söyledikleri ise şudur:Ne dün, ne bugün ne de yarın, “burjuvazinin ahırında ezilenler içın bir çözüm olamaz seçimlerinizi boykot ediyoruz”.
Peki seçim boykotu ne demektir?
Boykot, seçimlere katılmayı reddetmek demektir. Biz bugün sistemin “yönetememe krizi”nin doruğa çıktıgı içinden geçtiğimiz süreçte, ne parlamentoya girecek temsilcileri, ne de CB’nı halka umut olarak tercih olarak ezilenlere sunmayız. Bugünkü verili koşullarda, her hangi bir seçime katılmak ise objektif olarak hepsini meşru görmektir. Boykot sadece seçimlerden uzak durmak anlamına gelmez, aynı zamanda seçim toplantılarında, afişlerinde, kuşlamalarında sosyalizmin ajitasyonu ve örgütlenmesi için en geniş biçimde ihtilalci kadrolarla ve devrimci çevrelerle omuz omuza bir araya gelmek demektir. Toplantılarda ve sokak ayağı örgütlenmesinde yararlanmak ise gerek legal, gerekse illegal biçimde bu tür eylemlerde sosyalizm programını ve bütün görüşlerini açıklamak, kapitalizmin ve sömürücü sistemin tüm yalancılığını ve sahtekârlığını göstermek ve başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenleri devrimci mücadeleye çağırmak demektir.
Hani sokakta “Tek Adam”ın 20 yıllık rejimine karşı olan insanların, “bu seferde Kılıcdaroğlu’nu deneyelim” dediği yerde , “sizler tek adam rejiminde parlamenter sistemi de” yüz yıldır denediniz, bu sefer DEVRİMCİ seçeneği tercih edip, onu deneyin” diyerek, gercek çıkışı ve dogru devrimci yolu göstermeliyiz. Bunda ısrar etmeliyiz.
Çiçeği burnunda yeni reformist kıtaların iddia ettikleri gibi boykotu esas alan devrimci politik taktik siyasetsizlik değil, burjuva çürüme ve tahribatın bu kadar aleni oldugu bu süreçte, kendi ideolojik stratejik konumlanmasından güç alan, hiç bir işlevi olmayan parlemontoyu değil, hayatı yaratan ve değiştirecek olan ezilenleri esas alıp, sürece cevap olacak devrimci siyaset üretmektir. Tekelci komprador kapitalist sınıfın çıkarlarını iki ayrı blokta canla başla savunup, partili Cumhurbaşkanlığı mı, güçlendirilmiş parlamenter sistem mi tercihleri arasına sıkışıp paslanan sisteme liberal yagdanlık olan reformistlere kolay gelsin.
Bizler seçimlere katılmayı neden reddediyoruz?
Çünkü seçimlere katılmakla, elimizde olmadan geri ve bilince çıkarmamış halkın parlamentoya beslediği inancı, tam da bugun güvenin en dibe vurduğu, onun işe yaramayacagının sokaktaki ortalama her insan açısından ziyadesiyle görüldüğü bu sureci onu yeniden desteklemiş ve ezilenlerin devrim ihtiyacını red ederek sosyalizm mücadelemizi zayıflatmış oluruz. 21 yıllık son süreç baz alınırsa, bu parlamento artık otokrasi ve oligarkların aklandığı ve tekelci komprador kapitalzmin meşru kılındığı bir alandır.
Otokrasinin kurduğu bu tuzağa 50 yıllık birikim ve değerlerimiz ışığında asla düşmeyeceğiz. Seçimlere katılmayı reddederek bu tuzağı bozmak ve ezilen kitlelere, tarihe sözümüzü not düşmek zorundayız.
Şunuda belirtelim, bizler parlemontoya girmeyi ya da onu boykot etmeyi, her iki seçeneği stratejik bir tercih olarak dogmatik bir tarzda ele almıyoruz. Konjonktürel duruma, an da ki politik verilere, somut durumun somut tahlilini yaparak, devrim ve karşı devrimin güç ilişkileri üzerinden taktik politik bir tercih olarak göryoruz. Bugünkü koşullarda parlementoya girmeyi, seçimin bir tarafı olmayı, kitleleri sandığa davet etmeyi, devrimci sürece uyumlu olmayan, ona zarar veren hatalı politik bir taktik olarak görüyor, kitlelerin “değişime” bu kadar yakın oldukları bır süreçte, onları devrim fikrine daha çok yaklastırma yerine, bu kapıdan çıkıp, diğer kapıdan ayni sömürücü kapitalist devlet düzenine davet etmek şeklindeki hatalı oportünıst yönü red ediyoruz.
Çağrımız bu temelde Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ezilen tüm halkımızadır.
Bu seçim iki hakim klik arasında ki çıkar oylamasıdır. En ufak bir demokratik hakkın bile sigortası sokakların gücüdür. Devrim seçeneğini sokakta, fabrikada, okullarda, hayatın her alanında güce dönüştürecek olan güçlü bir kuşatma, bugün için gelinen yerde hiç bir işe yaramayan burjuva düzenini kırıntıda olsa “demokratik açılımlara” zorlayacağı gibi, esasta düzeni yıkacak gercek alternatifin büyümesini sağlayacaktır.
Tabi sözümüz kendini kuruluşundan beri devrimci/ komünıst vs. görenlere. Yasal zeminde var olmuş ,başından beri devrim iddiası olmayan partı ve örgütlere degıl.
Asla unutulmasın. Tekeller ve sistemin sömürücü bir avuç egemen burjuvaları… sömürücü sistemlerini ve mekanizmalarını seçimlere veya burjuva kahraman kişiliklerin değişim tercihlerine bırakmazlar. Bu Leninist devlet çözümlemesini unutan, yeni yetme reformist-oportünist aptalların inanmaya hazır oldukları, kabul edilmeyecek duaya el açanların yalanı olur. Bugün komünist parti ve devrim cephesi olarak, bu seçimlerden ezilen halkların devrim yürüyüşüne hizmet edecek bir yarar sağlayamayız.
Neden peki? Ajitasyon özgürlüğü yok. İşçi sınıfı partisi devrimci cephede içte reformistler dışta ise faşizm tarafından saldırı durumundayken, görevimiz ilk etapta tüm gücümüzle komünist öncünün önümüze koyduğu görevlere sarılmak, kurumlarımızı yıkılmaz bir kale olarak inşa etmektir.
Hiç bir parti seçimlerde bayrağını legal biçimde açamaz, polisin ve devlet terörünün pençesine teslim etmeden adaylarını halkın önüne çıkaramaz durumu mevcuttur. Böyle bir durumda, seçimlere katılmadan toplantı ve sokak ayağında ajitasyon ve örgütlenmemiz için devrimi haykırmak ve eylemselleştirmek daha bir anlam kazanmakta.
Reformist ve revizyonist kişiler parlamentoya girerlerse girsinler, tercihimizi ve işçi sınıfının mücadelesini onlara bağlamayacağız. Komünist öncü bu reformist ve revizyonist kişilere şöyle seslenmekte: “Edineceğiniz yaşam deneyi, bizim politik öngörümüzü doğrulayacaktır, bu parlamentonun nasıl bir ahır olduğunu bizzat yaşayacak ve verdiği öğütlerin doğruluğunu gördükten sonra partimizin saflarına geri döneceksiniz.”
Her seçimde burjuvazi öyle bir süreç estiriyor ki, ezilen kitleler muhalefeti desteklemese, sanki günah keçisi olacakmışcasına saldırılmaktayız. Hayır diyoruz elbette; bu baskıya ve daralarak kuyrukçuluğa. Burjuvazi her dönem kendisine bağlı muhalefeti ezilenlere dayatmakta ve bu sayede sistemini gün be gün güçlendirmekte. Dünün militan ve ihtilalci devrim emektarları revizyonist ve reformistler aracılığıyla kapitalizmin birer hizmetkârı durumuna getirilmiştir ve getirilmek istenmekte.
Elbette her şart altında boykot demiyoruz. Proleterya Partisinin öncülüğünde ve devrimci mücadele geliştiği dönemlerde taktiksel olarak kendi proğram ve adaylarımızla devrimin ve sosyalizmin bayrağıyla seçimlere katılırız.
Fakat günümüzde seçimlere katılım son mevzi ve kaleleride kapitalizmin hizmetine sokmakta ve bu taktikle stratejik duruşu tasfiyeci ve revizyonizme evrilmekte.
Gün yeniden Partizan duruşu, geleneğin birikimini ve ihtilalci ruhunu sınıf mücadelesinin tüm alanlarına taşıma günüdür.
Ne komprador burjuvazinin temsilcisi klikler, ne Emek ve Özgürlük İttifakı ve nede diğer sistem içileşen seçenekler alternatiftir emekçilere… Tek alternatifimiz şu sloganda merkezileşmekte:
Tek Yol Devrim!”